Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu’nun ‘Kamu Ekonomisine Giriş’ kitabı ‘Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir Japon köyü varmış’ diye başlar. Hikayede, köye dadanan eli silahlı eşkıyalara karşı ürünlerini koruyamayan köy halkının, haydutların karşısına savaş sanatını bilen samurayları çıkarmaya karar vermeleri anlatılmaktadır. Hoca kitabına, kişilerin ihtiyaçlarının bir kısmını kendilerinin karşılayamayacağını ve bu ihtiyaçların piyasa dışı bir örgüt tarafından alışveriş konusu yapılmaksızın topluma sunulduğunu izah etmek için bu hikaye ile başlamıştır. Diğer yandan ‘samurayların hizmet ve alacakları ücret konusunda anlaşmazlık ortaya çıktığında bunu kim karara bağlayacak?’ diye sorarak bir üst güce ihtiyaç olacağını vurgulamış, bu gücün de devlet olması gerektiğini belirtmiştir.
Devlet hizmetlerinin miktarı ve türü, krallık dönemlerinden, demokratik yönetimlere kadar siyasal talep yoluyla kararlaştırılır. Ülke vatandaşları kamu hizmetlerinde miktar ve tür bakımından farklılık yaratmak isterlerse siyasal karar sürecini kullanmak zorundadırlar. Tarih boyunca devlet rejiminin adı ne olursa olsun toplum kesimi sunulan hizmetten ve bu hizmetlerin finanse edilme tarzından memnun olmadığı durumlarda tepkisini ortaya koymuştur. Nitekim 1215 yılında İngiliz soylularının Krala imzalattıkları Magna Carta Libertatum ile vergilendirme yetkisi milletin temsilcilerine yani parlamentoya devredilmiştir. Bu anlamda Magna Carta’dan bu yana vergilendirme yetkisinin tarihçesi parlamento tarihi kadar eskidir ve temsilsiz vergi olmaz ilkesinin ilk görünümüdür.
Günümüzde genel vergi ilkesi -uygulamada ne kadar yer bulduğu sürekli tartışıla gelmekle birlikte- vatandaşların vergi yükünün siyasal dengedeki rolüne göre değil kamu hizmetlerinden yararlanma derecelerine ya da vergi ödeme güçlerine göre belirlemesi gerektiği şeklindedir. Tarihsel süreçte Anglo Sakson liberalleri hizmetten yararlanma ilkesini savunmuşlarsa da bugün hemen tüm toplumlarda oturmuş genel kanaat vergi ödeme gücü ilkesidir. Vatandaşların vergi ödeme gücü elde ettiği gelire, yaptığı tüketim harcamalarına ya da sahip olduğu servete göre belirlenir.
ORTA GELİR ALGISI FARKLI
Bu uzun giriş ile bilgilerimizi tazeleme gereğini, geçen hafta açıklanan vergi artışları nedeniyle duyduk. Yapılan vergi artışlarının gerekçesi şüphesiz ki hükümetin 15 yıllık iktidarı boyunca üzerinde ısrarla durduğu mali disiplinin bir miktar bozulmasıdır. Mali disiplinden kastedilen devlet bütçesinin gelirlerinin giderlerini karşılama durumudur. Konuyu somutlaştırmak adına rakamlarla konuşacak olursak yıllar itibarıyla devlet bütçe dengesi şu şekilde oluşmuştur.
Son 10 yıllık süreçte bütçe açığının GSMH’ya oranı ortalama olarak yüzde 1’i bir miktar geçmiştir. Bu durum uluslararası kredi notumuz belirlenirken hep olumlu bir unsur olarak değerlendirilmiştir. 2017 yıl sonu itibarıyla mevcut gelir ve giderlerimiz veri olarak kabul edildiğinde bu oranın yüzde 2 düzeyinde gerçekleşmesi öngörülmektedir. Konulan yeni vergilerle bu açığın 2020 yılına kadar yüzde 1.6 seviyesine çekilmesi amaçlanmaktadır. Bu anlamda hükümet ekonomideki en güçlü kozu olan mali disiplini tekrar kontrol altına almayı amaçlamıştır. 2019 yılında seçime gidecek bir ülkede radikal vergi artışları şüphesiz ki tartışma konusu olmaktadır. Orta Vadeli Program açıklandıktan hemen sonra bu vergi artışlarının yükünü orta gelir grubunun çekeceği ve bunun da seçim sonuçlarına olumsuz yansımaları olacağı tartışılmaktadır. Benim şahsi kanaatim kamuoyunda kabul görmüş orta gelir grubuyla, hükümetin orta gelir algısının birbirinden farklı olduğu yönündedir. Bir başka deyişle hükümet bu vergi artışlarının haklı gerekçelerini en azından kısa vadede açıklayabilecek argümanlara sahip olduğunu düşünmektedir.
Örneğin finans sektöründeki (halk diliyle bankaların) yüzde 10’luk vergi artışının haklı gerekçesi, sektörün yüzde 40 gibi ‘oldukça yüksek karlılığa sahip olduğu şeklinde’ açıklanacaktır. Muhtemel ve kamuoyunda kabul görebilecek argüman “faizleri düşürmemekte ısrar eden finans sektörü, ekonomide istenen büyüme ivmesinin yakalanmasında gerekli fedakarlığı yapmamıştır. Bu konuda riski yine üstlenerek, Kredi Garanti Fonu (KGF) ile KOBİ’lere ihtiyaç duyduğu finansman desteği devletin verdiği garanti ile sağlanmıştır.”
Motorlu taşıtlar vergisindeki yüzde 40’lık artış, vatandaşların sahip olduğu mülkiyet üzerinden alınan vergide bir artışa sebep olacaktır. Bu artış vatandaşın gelirinde taksitlere bağlanmış bir satış vergisi etkisi doğuracaktır. Bir satış vergisi, konduğu malın nasıl talebini azaltırsa mülkiyet üzerine konan vergi de malı elde bulundurma arzusunu azaltır. Kanaatimiz şudur ki bu vergi artırılırken hükümet hane halklarındaki tüketim eğilimindeki değişikliği ve bunun enflasyon oranına yansımalarını dikkate almış olmalıdır. TÜİK’in 2016 yılında açıkladığı hanehalkı tüketim eğilimi verilerin göre en düşük 1’inci yüzde 20’lik gelir grubu ile en yüksek 5’inci yüzde 20’lik gelir grubu arasında şöyle bir dağılım oluşmaktadır:
Görüldüğü üzere toplumun en düşük gelir grubunun harcamaları arasındaki en yüksek payı konut ve kira alırken, en yüksek gelir grubunda ise 2016 yılında ulaştırma almaktadır. Ulaştırma harcamalarının detayına baktığımızda araç satın alımı, demir, karayolu, havayolu, deniz ulaşımı, kişisel ulaştırma araçlarının yakıt, bakım vs. giderleri olduğu görülmektedir. Bu oranlar 3 ve 4’üncü yüzde 20’lik gelir gruplarında da 3’üncü sırada yer almakla birlikte toplam harcamalar içerisinde yüzde 18 düzeyinde yer kaplamaktadır. İşin dikkat çekici boyutu ulaştırma harcamaları en düşük gelir grubunda dahi artış eğilimi göstermektedir.
2017 Ağustos ayı itibarıyla enflasyonda istenilen rakamlara ulaşmadaki en büyük engellerden biri ulaştırma harcamalarıdır. Bunda elbette artan benzin fiyatlarının etkisi göz ardı edilemez. Ancak en düşük gelir grubunda bile araba sahipliği arzusu otomotiv sektöründeki fiyatların yukarı yönlü seyretmesine neden olmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın yakın zamanda “Her evde en az 2 araba israftır” söylemini de göz önünde bulunduracak olursak otomobile olan talebi kısmak için böyle bir artış yapılması uygun görülmüş olmalıdır. Kısa vadede bu artış hane halklarının gelirinde bir azalmaya neden olacağı için talepte bir düşme olması beklenecektir. Haliyle otomotiv sektöründe bir daralma etkisi beklenebilir. Ancak harcamaları arasında en yüksek payı alan en yüksek gelir grubunun bu artıştan çok etkileneceği düşünülemez. Sektörü etkileyebilecek olan 3 ve 4’üncü gelir grubu olacaktır. Bu grup, orta gelir olarak genel kabul görmekle birlikte gelir vergisi dilimlerinde yapılan düzenleme ile bu grubun da çok kazanan grup olarak değerlendirildiği aşikardır. Şöyle ki; yeni düzenleme ile birlikte asgari ücret, vergi dilimi uygulaması nedeniyle net 1.404 TL’nin altına düşmeyecek biçimde yapılandırılırken buradan kaynaklanan vergi kaybının gelir vergisi tarifesindeki 3’üncü diliminin yüzde 27’den, yüzde 30’a çıkartılarak telafi edilmesi düşünülmüştür. Bu aylık yaklaşık 5 bin TL brüt ücret alan bir çalışanın eylül ayı gibi daha yüksek vergi dilimine girdiği için daha az maaş alması anlamına gelmektedir. Bu anlamda tam olarak orta gelir grubu sayılacak bu grup en düşük gelir grubundaki vergi indirimi nedeniyle doğan vergi kaybını üstlenmiş olmaktadır.
HARCAMALARIN FİNANSMANI
Yapısal vergisel düzenlemelerin tamamını irdeleme şansımız bu yazıda bulunmamakla birlikte en çok tartışma yaratan üç düzenlemeden çıkardığımız sonuç şu, hükümet yaptığı bu vergi artışları ile; konjonktürel güvenlik riskleri ile açığa çıkması muhtemel yeni güvenlik harcamalarını finanse etmeyi, KGF ile üstlendiği riskin bir bölümünü finanse etmeyi, son dönemde yapılan yol ve köprü yatırımlarının finansman ve fiyatlama modelleri nedeniyle açığa çıkan zararlarını finanse etmeyi, seçim döneminde ihtiyaç duyabileceği yeni harcamaları finanse etmeyi amaçlamıştır.
Vergi artışları toplum tarafından güle oynaya kabul görecek uygulamalar değildir. Hükümet bu artışları düzenlerken topluma bunun haklı gerekçelerini izah edebileceğini ve en önemlisi de toplumun bunu kabul edeceği hassasiyetleri olduğunu düşünmüş olmalıdır. Sonuçlarını hep beraber göreceğiz.